İnceleme: Lüzumsuz Adam / Sait Faik Abasıyanık

Büyük öykücü Sait Faik Abasıyanık’ın Lüzumsuz Adam isimli on dört öyküden oluşan kitabını naçizane inceledim.

Öykülere dair izlenimlerimi, konularına dair özeti ve öykülerden bazı alıntıları aktardım.

Umarım bu özetler öykülerin tamamını okumak yolunda bir teşvik olur.

Metnin öykülerin içeriğine ve hatta çoğunlukla finaline dair de bilgi (spoiler) içerdiğini belirtmeliyim.

Alıntı yaptığım kitap: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarının, Lüzumsuz Adam başlıklı kitabının Mart 2017 tarihli 6. baskısı.

SAİT FAİK ABASIYANIK

Doğum: 23 Kasım 1906 Adapazarı

Ölüm: 11 Mayıs 1954 İstanbul

Annesinin de ölümünden sonra Burgaz Adası’ndaki evleri “Sait Faik Müzesi” haline getirildi.

Vasiyeti üzerine kitaplarının tüm telif geliri Darüşşafaka Cemiyeti’ne kaldı.

1955 yılında annesinin başlattığı Sait Faik Hikâye Armağanı hâlâ sürmektedir.

En büyük öykücülerimizdendir.

Sıradan, alt tabaka şehirli insanı anlatır. Olaylara toplum değil insan tarafından bakar.

Yalın bir anlatımı vardır. Hikâyenin odağındaki insan idealize edilmiş tiplemeler değil çok zaman zaafları olan, sıradan hatta bazen kurnaz insanlardır.

Mahalle ve mahalleden kaçma isteğini sıklıkla vurgular. Onun, mahalleyle sosyal statüyü simgelediğini, mahalleden kaçışı statü atlamak ve fakirlikten kaçmakla özdeşleştirdiğini görürüz.

Genelde anlatıcımız öykünün kahramanı değildir. O bildiğimiz anlamda bir hikâye anlatıcısıdır. Çoklukla anlatıcının Sait Faik’in kendisi olduğunu duyumsarız.

Öyküleri daha çok Beyoğlu, Galata civarında veya Burgaz Adası’nda geçer.

Herhangi bir ekolü takip etmemiştir.

Sabahattin Kudret Aksal’ın kendisiyle ilgili dediği gibi “Sait Faik, edebiyattan hoşlanacak bir okur topluluğunu hazır bulan talihli yazarlardan değildi. Okurunu yetiştiren, eğiten, okuruyla birlikte oluşan bir yazardı.”

I. ÖYKÜ

LÜZUMSUZ ADAM

Mahalleye ait hissetmek üzerine bir öykü. Mahallesini seven ve her gün belli bir program dahilinde sokaklarını gezen kahramanımız Mansur Bey uzun zamandır mahalleden çıkmamıştır. Başlarda Mansur Bey’in mahalleyi gerçekten sevdiğini mi yoksa mahallenin dışına çıkmaya korktuğu için mi böyle hissettiğini anlayamayız. Öyküde ilerledikçe yabancılarla iletişim kurmaktan çekindiğini düşünürüz. Finalde anlarız ki Mansur Bey’in asıl sorunu kendiyledir.

İnceleme:

Hayatı, dört sokakla bir çıkmazdan oluşan mahallesinde geçen bir adamın hikâyesi…

Mahallesini anlatır bize. Onunla birlikte mahalleyi gezeriz: Sokakları, gittiği kahvedeki Fransızca konuşan Frenk’le Yahudi kırması kadını, kitapçıyı, işkembeciyi, bacaklarından öpmek istediği esmer, yahudi kızı, onu tehdit eden marangozu, manavı, pastaneyi; mahallenin gündüzünü, gecesini…

“Akşamın olduğunu bizim madamın pastanesinin camlarına dallı bir perde çekilince anlarım. İçerinin tatlı sarı ışığı yanar. İlkin madam yakar elektriğini. Sonra Solomon mumunu diker portakal sandığına. Sonra lakerdacı 300 mumluk ampulünün kordonunu prize geçirir. Siklamen renkli kırmızı soğan kesilince dudak boyası, tırnak cilası güzelliğiyle parlar. Lakerda, şişman, esmer bir Rum kadının kaba ve oyluk etleri gibidir.”

Meyhanelerini, gazinolarını da gezeriz bu küçük mahallenin. Meyhanelerin müşterilerini tanırız.

Sonra Mansur’un yıllardır mahalleden çıkmadığını öğreniriz.

“Yedi senedir bu sokaktan gayri, İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış -ne bileyim bir şeyler işte- gibime geliyor da şaşırıyorum.”

Sonra birden mahalleden çıkmaya karar veriyor. Şehri geziyor, hamama gidiyor, tramvaya biniyor. Şehri seviyor.

“Bir ara ne düşündüm bilir misiniz? Şu bizim dükkanla evi satayım. O sazlı gazino yok mu hani, söz açtığım? Orada dışarı siparişlerini gören kız vardı ya -hani alnı dar olanı- onu metres tutayım. Bir sene sonra da öleyim.

Bineyim bir Boğaziçi vapuruna günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.”

II. ÖYKÜ

BEN NE YAPAYIM?

Geçimini yazı yazarak kazanmak isteyen bir adamın geçmişte bir ortakla ticarete girip ortağı tarafından kandırılmasının hikâyesidir. Dolandırıcıların tipolojisini çizer bize Sait Faik.

İnceleme:

Şimdilerde sadece yazı yazarak geçinebilecek kadar para kazanmayı amaç edinen bir adam geçmişte bir ortakla ticarete atılmıştır.

“Bundan üç sene evvel ticaret yapayım dedim. Rahmetli babam bir ortak buldu. Zaten bu adam kendisi müracaat etmiş, görülmemiş imla yanlışlarıyla dolu, göz yaşartıcı bir mektup yazmıştı.”

Ortağı kendisini işlere pek bulaştırmaz, işleri kendisi yürütür. Bir süre sonra ortağı kendisini dolandırır.

“Babam bana’ “Aptal,” dedi, “herif fasulyeleri satmış. Yerine de başkalarının cevizlerini ardiyelik doldurmuş. Sen uyu hâlâ!”

Hayatta bu tür dolandırıcıların hiç bitmeyeceğini anlatır bize yazar ve bir tipoloji olarak onlardan bahseder.

“… o kocaman bıyıklı, yağlı vücutlu, yalnız evini, oğlunu, zevkini, kızının çeyizini düşünen adamı ıslaha imkân yoktur. Onlar fasulye çuvallarını gözlerimizin önünde durmadan başkalarının ceviz çuvallarıyla değiştirecekler, bir gün ortadan sır olacaklardır.”

III. ÖYKÜ

BİRAHANADEKİ ADAM

Sıradan bir insanın sıradan hayatını anlatır. Alt tabakadan diye tarif edebileceğimiz tüm insanların, hikâyeleri birbirinden farklı da olsa benzer, sıradan hayatlar yaşadığını hissederiz.

İnceleme:

Karaköy’de bir birahanede oturan işsiz, güçsüz anlatıcının aynı birahanede oturan orta yaşlı bir başka kişinin sadece yüzüne, kılık kıyafetine bakarak hayatına dair tahminlerde bulunmasına tanıklık ederiz.

“Şimdi elimde birtakım malzeme var. Bunlarla bir bina yapabilirdim: Yaşı tahminen kırktı. Pardösüsü kirli, şapkası da öyle. Pabuçları gömleği temiz, küçük parmağında bir kadın yüzüğü, dişlerini yıkamıyor, gözlerinde dert alametleri yok; öyleyse kadın tarafından aldatılmış değil, bu şüphemde yanılıyorum…”

Sonra adamla sohbet etmeye başladıklarını ve adamın, kendisinin onun için uydurduğu öyküyü doğruladığını anlatır. Ama biz adamla gerçekte konuştu mu emin olamayız.

Yazar her sıradan insanın sıradan bir hikâyesi olduğunu, hikâyenin ayrıntılarının önemli olmadığını hissettirir bize.

“Parmağında bir kadın yüzüğü, şapkası kirli, ayakkabıları pırıl pırıl boyalı, artık kimseyi ilgilendirmeyen bir adam yürüyor, tramvaya binmek üzere koşuyor…”

IV. ÖYKÜ

MÜRÜVVET

İnsanların hayatlarına da emeklerine de değer verilmediğini dahası sistemin hiçbir zaman küçük insanların yanında olmadığını anlatan bir öyküdür.

İnceleme:

Bir kahvehanede anlatıcıyla birlikte oturan Osman Ağa, kahvehaneye giren güzel çingene kızlarını görünce Hüseyin isimli bir çingeneyle yaşadığı eski bir olayı hatırlar.

Beraber çalıştıkları fabrikada Hüseyin sol elini makineye kaptırmıştır.

“Küçük Hüseyin’e baktım. Dudağının kenarı yaşarmıştı. Gözü yumulmuş, yüzü buruşmuştu. İçimden ılık ılık bir şey aktı. Kana benzer bir şeydi. “İçim kanıyor, dedikleri bu mu?” diye fikrimden geçti.”

Kangren olduğu için kolu, omuz başından keserler doktorlar. Hüseyin patrondan üç bin lira tazminat isteyince aracı olarak ustabaşı Osman Ağa yanına eski patronu Haşim Bey’i de alıp patronun yanına gider.

“Haşim Bey bir türlü lafı açamaz, geveler durur. Ben, “Meselemiz şu, patıron” dedim, “şu Hüseyin’in işi için geldik.” Kıpkırmızı kesildi:

-Avukatlara başvurursunuz, mahkemeye gidecekmişsiniz. İşte ikisi de orada!

Pencereden tren yolunu gösterdi:

-Tramvayla da gidilir, şimendiferle de. İsterseniz biletinizi de alayım.”

Patron üç bin lira yerineyüz elli lira teklif eder. Osman Ağa Hüseyin’in tazminat almak için bilerek elini makineye kaptırdığına kanaat edince o parayı da Hüseyin’e vermez ve patrona iade eder. Sonrasında bu yaptığından pişmanlık duyduğunu anlarız.

V. ÖYKÜ

İP MESELESİ

Şehir hayatının zorluğu, şehirde her şeyin paraya tahvil edilmesinin yarattığı mutsuzluk, şehirde yaşamanın bireye yüklediği yük ve şehirden kaçma isteğine dair harika bir öykü.

İnceleme:

Yazı yazarak hayatını kazanmaya çalışan ama ne bu işte ne de bir başkasında dikiş tutturabilmiş birinin şehre ve şehir yaşantısına dair gözlemlerini okuyoruz.

Anlatıcı şehrin insanlara acımadığını, acımayacağını söylüyor.

“Atlar doğuyor, sütçü beygiri oluyor. Eşek, adam taşıyor, kum, harç, küfe taşıyor da sahibini adam ediyor. Sinekler doğuyor, bakkala yanaşıyor. Hamamböcekleri hamamları, arılar şehir bahçelerini, serçeler at pisliklerini, kumrular merhametli evleri, merhametli insanları buluyor. Ama o insanoğlu, ona ne iş var ne güç. Onun böcek bile olamayışına keyifle bakıyorlar.”

Kendisi gibi birinin şehirde bir kadınla birlikte olmasının bile sadece parayla mümkün olacağını düşünüyor. Ama şehir merkezinde bunu yapmak için de yeterli parası yok. O yüzden fakir mahallelere gidiyor. Bize fakir mahallelerin bedenlerini satan kadınlarını anlatıyor.

“Kasvetli evler, origan kokulu şık kızlar çıkardı. Bir ihtiyar kadın kızının arkasından bakardı. Saat bire doğru bir paket cıgara gelecek. Göğsüne iyi gelen tatula gelecek. Saat bire doğru para gelecek. Saat bire doğru dudakları yenmiş, gözleri yenmiş, burnu yenmiş, saçları yenmiş kızı gelecek.”

Sonrasında anlatıcının da diğer şehirliler gibi iyi para kazandıran düzgün bir iş bulmayı istediğini ama bu konuda umutsuz olduğunu anlıyoruz.

Sonra bir yazısından dolayı bir adamın kendisine verdiği beş lirayla ne çok şeyler yaptığını okuyoruz.

Anlatıcı bu esnada bir hamalın, çuvalını taşıdığı bir kadının o çuvala sarılı ipini çaldığı iddiasıyla kadın tarafından karakola götürülüşüne tanık olup o olaydan bahsediyor.

Hamal kadının iddialarını yalanlamaktan bıkıp kendi yüklüğüne bağlı olan ve yüklüğü kullanması için gerekli olan ipi kadına veriyor.

“Hamal artık dayanamadı. İpi almaz ümidiyle kadına uzattı:

-Al, vazgeçtim al, bunu al.

Almayacağını öylesine umuyor bir hali vardı ki. Ama kadın ipi aldı gitti.

Hamal sapsarı, oraya, parmaklığa dayandı. Sapsarı ufka baktı. “Ne yapacağım şimdi ben?” dedi.”

Bu olay, şehrin ve şehirlinin bu açgözlülüğü, bu önlenemez sahip olma arzusu yazarda şehirden kaçma isteği uyandırıyor.

“Bu şehri bırakmalıydı. Dağlarda yatmalı, su başlarında garipler gibi su içmeli, köylerden ekmek dilenmeli, şehirli görünce yol değiştirip koşa koşa kaçmalı, samanlıklarda yatmalı, dağlardan üzüm çalmalıydı.”

Gerçekten de şehirden kaçmaya yeltenir ama vazgeçip şehre geri döner.

VI. ÖYKÜ

MENEKŞELİ VADİ

Yaptığı işten biraz para kazanınca gittiği meyhanede tanıştığı bir kadın uğruna eşini ve çocuklarını terk edip yedi yıl boyunca bu inişli çıkışlı aşkın peşinde koşan adamın yedi yıl sonra ailesine dönüşünün hikâyesi.

İnceleme:

Arabacılık yapıp iyi para kazanan Bayram bir meyhanede tanıştığı Seher isimli kadınla aşk yaşamaya başlar.

“-Yedi sene evvel bir sabah evden çıktım, dedi. … Hiç içki içmemiştim, içtim. Üç sene evvel evlenmiştim, ama boyalı, kokulu kadın hiç koklamamıştım; kokladım. Ondan sonra eve gitmedim.”

Seher’in uğruna çok belalara karışır, hapse bile girer. Hapisteyken Seher onu terk edip başka bir adamla yaşamaya başlar.

O günden beri hala Seher’in peşinden koşan Bayram, anlatıcı arkadaşından kendisini yedi yıl önce ayrıldığı ve bu süre içinde hiç gitmediği evine götürmesini ister. Eve doğru yürürler.

“Oradan yaya yollara vurduk. Rüzgâr soğuk ve ıslaktı. Gökte parça parça buzdan bulutlar akıp gidiyordu. Ara sıra her zamanki ay olduğu şüpheli bir ay gözüküyordu. Bir ara göğsümüze yediğimiz rüzgârı arkamıza aldık. Bir zaman da böyle rüzgâr bizi itti.”

Eve ulaşırlar. Bayram’ın karısı onları karşılar. Hiç sual etmez. Evdeki herkes bu dönüşü sorgusuzca kabullenir. Ertesi gün anlatıcı yanlarından ayrılır.

Bir sene sonra anlatıcının yolu tesadüfen Bayram’ın evinin oraya düşer.

“Bayram bahçede kazmayla salataları çapalıyordu. Karısı eğilmiş, galiba ebegümeci topluyordu. Durup bize baktılar. Bayram beni tanıyamadı. Ben de kendimi tanıtmadım.

VII. ÖYKÜ

BİZİM KÖY BİR BALIKÇI KÖYÜDÜR

Gene küçük insanların hikâyesi…

Sait Faik bu kez bize balıkçıların hayatından ve geçim zorluklarından bir kesit sunuyor.

İnceleme:

Sabahın dört buçuğunda balığa çıkmak için arkadaşının zoruyla uyanıyor acemi balıkçı anlatıcımız.

“Nasıl etmeli de yataktan kalkmalı. Saatlerin en güzeli bu! Bu saatte uyumayan yoktur artık, balığa çıkanlar müstesna. Hatta uykusuzluğa müptelalar bile nihayet uyuyabilmişlerdir. Bu saat, hovardaların kadınların omzuna düştüğü, zavallı kadınların bile erkek dizlerine şarap gibi döküldüğü saattir.”

Balıkçı kayığına binip balığa çıkarlar. Başlarında Karavokiri adında iri yarı, Rum bir kaptan vardır.

Av biter:

“Yüz kilo mu? Yüz kilosu ne edecek kolyozun? Etse etse 100 lira. Yüzde on şuraya, yüzde on buraya, on lira sandala. 70 lira ya kalır ya kalmaz. Adam başına bir lira düşerse öp başına koy.”

Balıkçı kahvesine gidilir hep beraber. Karavokiri eski, güzel avlardan bahseder.

“Önüme baktım ki bora geliyor. Döner miyim? Genciz… “Soyunun çocuklar!” dedim. Çocuklar soyundu. Bora üstümüzden geçip gitti. Önümüz çarşaf gibiydi. Balık az ötemizde parıl parıldı. Çevirdik. Salapuryayı doldurduk. Gönderdik. O dönünceye kadar bir daha çevirdik. Arkasından bir daha…”

Sonra tutulan balığın hesabı görülür.

“Elli beş kuruş pay almışız, elli beş kuruş. Filozofça söylenen adam, şimdi ağzı var, dili yok; gözü var, kaşı yok, velinimetine basıyor küfrü!..

Bütün ümit yarın sabahta.”

VIII. ÖYKÜ

KAÇAMAK, PAPAĞAN, KARABİBER

Gene bir mahalle öyküsü. Fakir mahalleden, esasen fakirlikten kaçma arzusu… Kendisi o mekanda sıkışan mahallelinin kaçabilenlere karşı duyduğu kıskançlık ve kin. Sosyal tabakalar arasındaki farklılığı ve geçişin zorluğunu çok güzel anlatan bir öykü.

İnceleme:

Fakir mahallenin tasviriyle başlıyor öykü. Sonra o mahallede doğan, biri kız biri erkek iki mavi gözlünün hikâyesini dinliyoruz.

“Bu mahallede hiç mavi gözlüye rastlamadım. Mahalleli hep esmer insanlardı. Hep kara gözlüydüler. Aralarında iki mavi gözlünün dünyaya geldiğini bir vakadan öğrendim. Bu hikâye, o iki mavi gözlünün hikâyesidir.”

Kızın adı Fatma erkeğinki Rıza’dır. Kıza Kaçamak Fatma, erkeğe Papağan Rıza derler.

Rıza manavlık yapıp iyi para kazanır. Fatma, Rıza’nın kendisini hamile bıraktığını söyler. Baskılara dayanamayan Rıza istemeyerek de olsa Fatma ile evlenir.

Fatma çok güzel bir kızdır ve yakışıklılığıyla namlı Karabiber Ahmet de kendini sevmektedir ama Fatma Rıza ile evlenmiştir işte. (Öykünün yazımından eskiden Ahmet’le Fatma arasında bir ilişki olup olmadığından emin olamıyoruz.) Üstelik zengin olup Beyoğlu’na taşınmışlardır. Yani hem mahalleyi hem fakirliği terk etmişlerdir.

Fatma mahallesinden uzak kalamaz. Sık sık kocasının kendisine aldığı gramafonunu da alıp mahalleye gider ve mahalleliye şarkılar çalar.

Bir gün Fatma rahatsızlanır. Kocası eve doktor getirir. Fatma’nın hamile olduğu anlaşılır. (Öykünün başlarında Fatma, Rıza’dan gebe kaldığını iddia etmişti ama bu gebelik gerçek miydi, eğer gerçekse o gebelik nasıl neticelendi bilemiyoruz. Sadece öykünün ilerleyişinden çiftin çocukları olmadığı anlıyoruz.)

Fatma’nın süt annesi Cevriye hastalanır. Fatma gene gramafonunu alıp onu ziyarete gider. Ahmet’in kız kardeşi buradaki bir konuşmayı Ahmet’e ve Ahmet de Rıza’ya yansıtır ve Rıza bir kıskançlık krizine girip Fatma’yı yedi yerinden bıçaklayarak öldürür.

Gazeteci olan anlatıcımız burada öyküye dahil olur. Görevi bu cinayeti haberleştirmek ve Fatma’nın bir fotoğrafını bulup gazetede basmaktır. Bu sebeple mahalleye gider. Mahallede karşılaştığı bir adam bu olayı haberleştirmesini istemez ve onu kovar ama sonradan yumuşayıp olayı anlatmaya başlar.

“Yüzüme fena fena baktı.

– Efendi, dedi. Dur sana anlatayım. Resmini basacan da kızın n’olacak? Elin kızını rüsva edecen. Mesele orada değil. Bu mahalleden kurtulmakta. Topumuzun kurtulmasında. Yakmalı bu mahalleyi, anladın mı? Bu mahalleden bir kişinin kurtulmasıyla iş bitmez. Fatma kurtuldu mu?”

Konuşma ilerledikçe anlarız ki bu adam Karabiber Ahmet’tir. Rıza’yı nasıl karısına karşı kışkırttığını pişmanlıkla anlatır.

“Siz, dedim “karı koca, maşallah…” Sinirli oğlandır! Sapsarı kesildi. “Yani ne demek istiyorsun?” dedi. “Hiç canım,” dedim. “Fatma Cevriye’ye doktor getirmeye gitti de… Ahbabınızmış bey! Siz artık doktorlarla moktorlarla konuşuyorsunuz, öyle ya biz kimiz?” dedim, yürüdüm. Şöyle baktım. İğdeyi tartarken tiril tiril titriyordu. Ben keyiflendim. Bastım gittim. Kim öldürdü Fatma’yı şimdi? Söylesene… O mu? Ben mi?..”

Son olarak çok güzel bir sahneyle Ahmet’in hem pişmanlığını, hem vicdan azabını ve hem de vicdanını rahatlatmak için yaptığına bahane bulma isteğini (ihtiyacını belki de) görürüz.

IX. ÖYKÜ

BACAKLARI OLSAYDI

İlk bakışta bir bacağı takma olan bir insanın hissettiği eksiklik duygusunu anlatır. Arka planda ise insanların sakatlık ve eksikliklerini nasıl da bir istismar ve çıkar aracı olarak kullanabildiğini görürüz.

İnceleme:

Anlatıcı Yüksekkaldırım yokuşunu (caddesini) anlatarak başlar öyküye. Yokuşa açılan sokaklardan, her bir yandan sesi yükselen farklı şarkılardan, yokuştaki dükkanlardan bahseder.

Sonra yokuşun ortasında yere oturmuş olan takma bacaklı, takma olan sol bacağını yerinden çıkarıp yanına koyarak ve sürekli sağa solla sallanarak dilenen iri yapılı, düzgün görünümlü dilenciyi anlatmaya başlar.

Dilencinin gözlerinin dalmasından onun sakat olmasa yapmak istediklerini hayal ettiğini düşünüp onun hayallerine ortak eder bizi.

“Evet bir bacakları olsaydı… Bu bacaklılar sanki ne halt karıştırıyorlardı? Ah, onun bir bacakları olsaydı!.. Ne mi yapacaktı? Koşacaktı. Alabildiğine koşacaktı.”

Dilencinin yaşadığını düşündüğü bu yoksunluktan etkilenen anlatıcı koşmaya başlar. Koşa koşa kendisini gördüğüne nedense memnun olmayan (nedenini anlayamıyoruz) sevgilisinin yanına gider.

Sonrasında dilencinin aslında halinden çok da şikayetçi olmadığını, dilencilikten iyi para kazandığını, güzel bir yahudi kadınla evli, mutlu bir adam olduğunu öğreniriz.

X. ÖYKÜ

AYTEN

Gene bir kaçış öyküsü. Bu kez kocadan…

Kocasından kaçıp deniz kenarında bir gazinoda çalışmaya başlayan bir kadının öyküsü.

İnceleme:

Önce Üsküdarlı Sevim’e göz atıyoruz. Deniz kenarındaki gazinoda çalışmaktadır. Erkeklerin onunla ilgili şehvetli isteklerine tanık oluruz. Ama bu şehvetli istekleri duyan erkekler hayata dair günlük kaygılarını da bir kenara bırakamaz.

“Sevim’i alıp gitmek sanki o kadar kolaymış gibi bir muhakeme yürütülür. Aldın gittin Sevim’i, diyelim. Cebinde yetmiş lira vardır. Sabahleyin belki üç, dört liran kalır ama, cebinde bütün ayın cıgarasızlığı, bütün ay kahve içmemek, sabahleyin saleple simit yiyememek, potinlerini boyatamamak, küçük oğlana leblebi ile üzüm götürememek…”

Sonra Üsküdarlı Sevim’i bırakıp anlatıcının fıstıkçı kız dediği Ayten’e bakarız.

On üç yaşındayken evlendirildiği kocasından kaçar ve burada çalışmaya başlar. Ayten oldukça güzel bir kadındır.

“Bir sene kahvemi içerken onu seyrettim. Her gün bir zariflik, bir güzellik, bir buluş, bir başkalık gelip ona, kuş gibi yuva yaptı.”

Her müşteriyle birlikte olmaz sadece sarışın, iri yarı, anlatıcının deyimiyle “mektepli bir oğlanla” görüşür.

XI. ÖYKÜ

PAPAZ EFENDİ

Çok farklı bir papaz profilinin ortaya konduğu harika bir öykü bu.

Toprağa aşık, kadınları pek bir seven, şaraba düşkün, dobra bir papaz.

Olduğu gibi davranması yüzünden insanlar onu pek sevmiyor. Onu kendi kafalarındaki papaz kalıbında görmek istiyorlar belli ki. Ezberlerinin bozulmasını istemiyorlar. Bu kalıba girmeye direniyor papaz efendi. İnsanların kalıplarından sıyrılmaya çalışanlara karşı nasıl da her tür saldırıyı yapabildiklerini anlatıyor bize Sait Faik.

İnceleme:

Öykü neresi olduğunu bilmediğimiz bir köydeki ortodoks kilisesinin anlatımıyla başlıyor. Toprakla uğraşmayı çok seven papaz anlatıcının ailesine ait evin bahçesini düzenliyor. O esnada anlatıcıyla sohbete başlıyorlar. Sohbetten anlıyoruz ki 63 yaşında olduğu halde çok daha genç gösteren dinç, toprağa aşık, toplumsal kalıplara pek de uymayan bir papazla karşı kaşıyayız. Üstelik dine bakışı da hiç öyle bir papazdan beklediğimiz gibi değil.

“Papazım diye mi yapmayacağım. Güzel şeylere bayılırım. Güzel kızlara, iyi şaraplara, otlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara… Güzel olan her şeye.”

“Erkekler değil ama kadınlar muhakkak topraktan çıktı. Toprak ana! Toprak ana! Her mahlukun dişisinde bir topraklık var. Biz erkek kısmı güneşin, havanın, suyun çocuklarıyız belki, ama kadınlar muhakkak topraktan.”

Kendisi ilahilerini toprağa söylüyordur. Köyde bir de balıkçı Antimos varmış ki o da şarkılarını hep denize okurmuş. Papaz hem kendini hem de Antimos’u dinlemesini salık veriyor anlatıcıya.

Anlatıcı her ikisini de dinliyor ve çok etkileniyor.

“Kulaklarıma her zaman bu iki ses gelmiştir. Bu sesleri uyku tutmadığı geceler açık bir pencerenin önünde dinlerken o kadar kendime eğilmişimdir ki, kanımın, damarlarımın içinden akışının sesini duyar gibi olurdum.”

Köylü papazın bu sıradışı davranışlarını hoş karşılamaz. Papaz hakkında sürekli dedikodular çıkarılmaktadır. Normalde papaz efendi bunları kaale almasa da son çıkarılan dedikodu çok canını sıkar. Bu arada siroz da olmuştur. Papaz efendiyi en son sirozdan ölmeden üç gün önce görür anlatıcı.

“Bu sefer koydu, oturdu içime, dedi. Niye insanlar birbirleriyle bu kadar uğraşırlar… Hem artık ölüm de kapıyı çalmıştı herhalde ki, insanların hakkımdaki lakırdıları beni bu kadar sarstı. Yoksa aldırır mıydım? Bilmez miyim hepsi kalleş, budala, hırsız, yalancı? Birbirinin ekmeğine, karısına, kızına, dükkânına göz diktiklerini bilmez miyim? Ben yaşarayak, gülerek, toprak anamızı, güzel kızları seyredip severek üç gün sonra öleceğim.”

XII. ÖYKÜ

BİR KÜLHANBEY HİKÂYESİ

Bir iç çelişkinin hikâyesi bu. Sevdiği kadının para için başka erkeklerle birlikte olmasını kıskanan ama o kadının bu işi yaparak kazandığı parayı almaktan da geri durmayan, kim bilir hangi sebeple kadına duygularını da açmayan bir külhanbeyinin öyküsü.

İnceleme:

Külhanbeyi bir hanın kapısında beklemektedir uzun zamandır. Bir kadının çıkmasını bekliyor belli ki. Aşık olduğu kadının…

“Hanın uzun taşlığından ayak sesleri işittiği zaman fırlamak istiyor ama sonra o taşlık gibi karanlık, sessiz, tozlu, uzanıyor, ayak sesleri bağrında sanki. İşte bu en fenası, işte bu sarhoşlukların en dinsizi, en imansızı, karasevda bu! Saatler geçiyor, çıkan yok.”

Çıkan olmayınca kendisi hana giriyor ve oda oda o kadını arıyor. Odalardan birinde bir kadınla bir adamın yattığını görüyor. Ama sevinerek fark ediyor ki yataktaki kadın aradığı kadın değil. Tüm bir katı gezip kadını bulamayınca hızlı hızlı kendi katına çıktığını okuyoruz.

Kapıyı annesi açıyor. Buranın randevu evi olduğunu düşünüyoruz. Aradığı kadın da bir hayat kadını ve o sırada oradaki odalardan birinde. Kadını orada görünce seviniyor ve onun kapısının eşiğinde uyuyakalıyor.

Kadın onu uyandırıp eline para tutuşturunca Ömer isimli bu külhanbeyinin iç çelişkisini net bir şekilde hissediyoruz.

“Eline iki beyaz yirmi beşlik sıkıştırıldı. Parayı veren köşeyi dönmüştü bile. Ömer eline baktı.

-Karı parası be! Tuuu! dedi, tükürdü.”

XIII. ÖYKÜ

KAMERİYELİ MEZAR

Klasik bir öykünün aksine okuyucuda tek bir etki yaratmayan bir öyküdür. Bir yandan martılar gibi özgür olma hissi kaplarken içinizi bir yandan ölümün doğallığı, hayatın geçiliği ve boşluğunun yarattığı boşvermişliğe kapılırsınız. Arka planda bir de naif bir aşk hikayesi içerir.

İnceleme:

Hikâye Burgaz Adası’nda geçiyor. Ada’nın mezarlığını görüyoruz önce. Anlatıcının niyeti esasen mezarlığa gitmek değil, mezarlığın önünden geçen yoldan ilerleyip martıların yuvalarına ulaşıp onların yumurtalarını çalmaktır. Martı yumurtası yemeyi pek sevmektedir.

“Sessiz, ıssız deniz kenarları, uçmak hisleri, vahşi vahşi bağırmak arzusu martı yumurtası yedikten sonra içine gelirse yumurta tesirini yapmış demektir. Deniz kenarında soyunup bir Robenson ruhuyla vahşi Cuma’ya seslenebilirsiniz. Martılardan başka kimsecikler duymaz.”

Niyeti bu olmadığı halde bir merakla mezarlığa girer. Mezarlar arasında gezinirken kameriyeli bir mezarlık görür. 1921 yılında ölmüş Hüseyin Avni isimli birinin mezarıdır bu. İki kişilik mezar yerinden biri boştur. Mezarlık mermerine kazınmış şiirleri okur. Boş olan mezar yeri Ayşe Avni’ye aittir.

Anlatıcı bu durum üstünden Ayşe Hanım’ın başkasıyla evlenip Hüseyin Bey’i unuttuğu ya da başka bir şehirde öldüğü gibi ihtimaller üretir.

“Ayşe Hanım’ı merak ediyorum. Evlendi mi? Nerede şimdi? Hâlâ yaşıyor mu? Ama seni hiç merak etmiyorum Hüseyin Avni Bey. Zengindin, iyi yaşadın, sevdin, sevildin, öldün, gömüldün, olacak oldu yani! Ne yapalım? Bu böyle Hüseyin Avni Beyciğim.”

Sonra Burgaz’ın posta müdürü Muhlis Bey’in tahtası kırılmış mezarını görür. Onu hatırlamaktadır. Babasının arkadaşıdır Muhlis Bey.

Bir süre sonra o merak ettiği Ayşe Hanım’ın hâlâ Ada’da yaşadığını ve kocasını çok sevdiğini öğrenir.

“Seni Hüseyin Avni Bey seni! Nasıl da bağlamışsın kadını? Bu işin sırrını da beraber gömdün gitti.”

XIV. ÖYKÜ

HAYVANCA GÜLEN ADAM

Bir sevgilisi olmayan, ormanda başbaşa olan çiftleri gizlice izleyen genç bir erkeğin hikâyesi.

İnceleme:

Anne babaları ölmüş olan iki erkek, iki kız toplam dört kardeşten birinin hikâyesi anlatılıyor.

Yaşanılan köyün silik karakterlerinden biri olan bu adamın suratında hep aptalca bir gülümseme vardır.

Anlatıcı onun nasıl biri olduğunu merak etmektedir.

“Bu oğlan, merakımı çeker. Gülen, ama aptalca gülen bir yüzü vardır. Beyaz, kuvvetli dişleri gözükür. Önce insana saf, temiz gelen bu gülüşün, gözlerine dikkat edilirse, aptalca olduğu anlaşılıverir. Zaten yüzünde her zaman hafif bir gülümseme hiç eksik olmaz.”

Bu kardeşlerimin geçinme çabasından ve yaptıkları işlerden bahseder anlatıcı. Yazları odalarını tatilcilere kiraya verdiklerini öğreniriz. Bu çocuk ise tembeldir. Ara sıra evin önünü süpürmekten başka bir iş yapmaz.

Anlatıcımız bir süre sonra onu sıkça ormanda görmeye başlar. Bir kere de kısa bir sohbet ederler.

Bir gün bir arkadaşı ve köyden peşlerine takılmış olan bir köpekle birlikte ormanda piknik yaparlarken köpek bir yere doğru hırlar. Köpeğin hırladığı çalılıktan bu genç adam çıkıverir. Suratında hayvan gibi, korkutucu bir gülümseme vardır. Çekip gider. Kısa bir sonra geri dönüp anlatıcıyı, az önce içinde çıktığı çalılığa doğru götürür. Bir çamın altında uzanan bir erkekle bir kadını gösterir. Gizlice onları izlemiştir az önce. Sonra bozuk Türkçesiyle konuşur.

“- Benim karı yok… Karı güzel… dedi.

Dudaklarının kenarından hayal gibi beyaz bir dil geçti. Sonra ses işitmiş gibi uzun kafasını kaldırıp bir şey dinlermişçesine durdu. Gözleri gene hayvanlaşmıştı. Uzakta bir çift görmüş olacaktı. Hırsız adımlarıyla oraya doğru başı önünde uzaklaştı.”

2 Comments Kendi yorumunu ekle

  1. Ege Böyükatik dedi ki:

    teşekkürler

    Liked by 1 kişi

    1. Ufuk Tekin dedi ki:

      Rica ederim

      Beğen

Yorum bırakın