Bir yıl önce bugün çok umutlanmıştım.
Bir yıl önce bu ülkenin geleceği adına somut bir başarı elde edilmiş değildi aslında.
Biz bu ülkenin “fikirsel ve duygusal azınlığı” hiçbir zaman o kadar şanslı olmadık maalesef. Hiçbir zaman o denli “ait hissettirecek” bir duygu yaşayamadık bu ülkede. Aslında biz bu ülkenin hemen hiçbir şeyine ait hissedemiyoruz kendimizi. O muhteşem ozanların türkülerinden başka ve o yüce şairlerinin şiirlerinden… Bizimki böyle bir azınlık olma hissi işte. Çokça kızgınlıkla dolu.
Şairin,
Çıkmıştı makama arzuhal için,
Bey dedi yutkundu eğdi başını,
Bir azar yedi ki oldu o biçim,
Şey dedi yutkundu eğdi başını
…..
Baktım gözlerinde buğu buğu yaş,
Sandım can evine koydular ataş,
Sordum; memleket neresi gardaş,
Köy dedi yutkundu eğdi başını
Diye anlattığı köylüyü kandırana, emeğini sömüren aracıya kızıyoruz…
Bir başka şairin
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
diye anlattığı kadınlarımıza had bildirmeye kalkan yobaza kızıyoruz…
Daha geçenlerde “Fatih” oluşunu kutladıkları Fatih Sultan Mehmet’in “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim” deyişini duymamış gibi şehirlerde kuşun, böceğin yaşayacağı, çocukların oynayacağı yeşil alan bırakmamacasına her yere AVM, plaza dikenlere kızıyoruz…
Hani vekillerimizin daha önce adını bile duymadığı bu sebeple homoseksüel olduğunu da bilmedikleri Oscar Wilde’ın “Adı söylenemeyen aşk” diye bahsettiği ve aşkı senin benim hissettiğimden farksız hissettikleri halde, sadece bizden farklı oldukları için o insanların dövülmesine, öldürülmesine, Cemil İpekçi’nin “Ben çocukken, büyüdüğümde annemin bana etek giydireceğini sanıyordum. Öyle olmayacağını anladığımda ne kadar üzüldüğümü anlatamam” deyişindeki samimiyeti ve bu yaşanmışlıktaki devasa dramı hissedemeyenlere kızıyoruz.
Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına…
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki…
Şiirine konu Kürde ölümü reva görene kızıyoruz…
Ararat’ın neden Ermeni’nin içinde dinmez bir yara olduğunu anlamayanlara, o türkünün hem “Sarı Gelin” hem “Sari Gyalin” olduğunu kabul etmeyenlere kızıyoruz.
Dinle: https://www.youtube.com/watch?v=897AbBF2jak
Hele hele
Ondörtbin yıl gezdim divanelikte
Sıdk-ı ismin duydum pervanelikte
İçtim şarabını mestanelikte
Kırkların ceminde haydar haydar haydar
Dara düş oldum
Güruh-u naciye özümü kattım
İnsan sıfatından çok geldim gittim
Bülbül oldum firdevs bağında öttüm
Bir zamanlar gül için haydar haydar haydar
Dara düş oldum
Diyen Aleviliği hor görene,
Dinle: https://www.youtube.com/watch?v=9jR3DTkLwa8
Bu deyişteki reenkarnasyonla,
Mevlana’nın
“Ben cemadattandım, öldüm, yetişip gelişen bir varlık nebat oldum. Nebatken öldüm hayvan suretinde zuhur ettim. Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum. Artık ölüp de yok olmaktan ne korkayım.”
Deyişi arasındaki bağlantıyı fark etmeyen, Necip Fazıl’ın deyimiyle “ham softa, kaba yobaza” kızıyoruz…
Çok sevdikleri Osmanlı’nın kitleleri (seni, beni, bizi) daha rahat yönetmek için yani aslında “Ulü’l Emre İtaat” düsturları yüzünden sünniliğe yanaştığını görmek istemeyenlere çok kızıyoruz.
Ve çocuklarımız…
Anasını-babasını öldürürler bazen bu ülkede
Gece; bir siyah el gözümü bağlar;
Duyarım, içime sığınmış, ağlar,
Bir ufacık çocuk, bir küçük öksüz…
Der şair bu biçareler için…
Bazen de kendisini öldürürler körpeciğin. Şairin
Büyümez ölü çocuklar
demesi,
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
Demesi buna isyanındandır aslında.
Aşağıdaki bu şiirin
Ekmeğinin yanına güneşi koyup
Usulca bakkaldan çıkan çocuk
Bir çift kanat AÇTI köşede
Ve bu şiirin
Picasso’nun kadınları gibisin,
Yüzünü silseler,
Kara kaşların kalıyor iki çizgi,
Kaşlarını silseler,
Gülüşün tertemiz,
İşte ordasın, besbelli sensin
Yazılmasına sebep olanlara çok kızıyoruz…
O ÇOĞUNLUĞUN İÇİNDE BİR SEVGİ VAR BİZİM BİN TANE, O ÇOĞUNLUĞUN İÇİNDE BİN NEFRET VAR BİZİM BİR TANE… Tüm kızgınlıklarımıza rağmen nefretimiz bir tane.
İşte bir yıl önce bugün; ülke henüz hiçbir şerden kurtulmuş değildi ama yukarıda saydığım ne varsa onların hepsinin hakkının, hukukunun korunacağına dair bir UMUT doğmuştu içimizde…
Sevgi ve barış kazanacak, nefret ve savaş kaybedecekti…
Buna dair bir umuttu…
Bizim için UMUT Pandora’nın Kutusundaki minik, güzel kelebek gibiydi. Varlığı bile yetiyordu…
Artık kelebeğimizin kanatları kırık…
O kanatları kıranlaradır nefretimiz, içimizdeki tek ve hiç soğumayan nefret!